Gümüşhane
Hüseyin Özgün

Hüseyin Özgün

Mail: huseyin@gmail.com

Asırları Aşan Bir Muhacirlik Hikâyesi

Asırları Aşan Bir Muhacirlik Hikâyesi

28 Haziran 1914 Pazar günü, Dünyanın dengesini değiştiren ve “Saraybosna Suikastı” olarak anılan siyasi bir cinayet işlenir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun vârisi Fransuva Ferdinand ve eşinin hayatını kaybetmesi ile sonuçlanan suikast, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Sırbistan arasında savaşa neden olur. Suikastın kıvılcım etkisi yarattığı yangın birkaç gün içerisinde tüm Avrupa’yı, birkaç ay içerisinde ise tüm Dünya’yı sarar. Anadolu’nun tamamı gibi Gümüşhane’de bu yangından etkilenen coğrafyalardan biri olur.

Akdeniz’e inmek için yüzyıllardır hayal kuran Rus ordusu 16 Şubat’ta Erzurum’u işgal eder. Erzurum için yaklaşık iki yıl sürecek kara günleri başlatan bu işgal, Gümüşhane, Trabzon ve çevre illerde de büyük bir paniğe neden olur. Önceleri yüksek kesimlere, köylere çıkan halk artık evini yurdunu bırakıp, canını kurtarmak uğruna göç etmeye başlar. Durmadan dinlenmeden batıya doğru yol alınırken, zorlu yol koşullarına umutsuzluk ve çaresizlik eklenince inanılması zor dramlar sıradan hikâyelere döner. Savaşın en acıklı sahneleri işte burada başlar.

Özellikle bebeklerin ve küçük çocukların yollardaki ıstırabı büyük olur. Bir kısım aile, askerlerin ve diğer muhacirlerin alması için yol kenarlarına kundaktaki bebekleri dahi bırakırlar. Vicdanı ve hali vakti yerinde olanların aldıkları bebekler gerçek anne ve babalarını bir daha hiç göremeden büyüyeceklerdir.

Devlet aslında bu gibi olayların yaşanabileceği öngörüsüyle yolculuğa çıkacak durumu olmayan aileleri, küçük çocuklarını teslim edebilecekleri yetimhanelere yönlendirmişti. Henüz Ruslar Gümüşhane’ye gelmeden sokak sokak, tellal ilanlarıyla çocuklar toplanmıştı. Yeni doğan çocuklardan 15 yaşına kadar olan ve aileleri tarafından "ayak bağı" olarak görülen bu çocuklar Erzincan Yetimhanesine gönderilmişlerdi. Çocuklar aileleri tarafından daha sonra alınmak emeliyle teslim edilmişlerdi. Fakat birçok aile ölüm, hastalık, yoksulluk gibi gerekçelerle çocuklarını bir daha hiç görememişlerdi.

Yetimhaneye gönderilen çocuklar ise ana babalarından ayrı zorlu bir yaşamla mücadele etmişlerdi. Onları, yetimhanelerde cinsel taciz, sarkıntılık, dayak gibi kötü muameleler beklemişti. Pek çoğu ise başta hastalık olmak üzere bu mücadeleden yenik çıkmış ve hayatlarını kaybetmişlerdi. Erzincan’a mesafe olarak yakın olan Gümüşhane merkez, Kelkit ve Bayburt civarından yetimhaneye teslim edilenlerin sayısı fazla iken daha uzak olan köylerinden, Kürtün yoluyla kaçanların pek çoğu çocuklarını yanlarında götürmüşlerdi. 

Ailesi tarafından Erzincan Yetimhanesine gönderilmesi için teslim edilenlerden birisi 1910 doğumlu Mustafa kızı Hamdi (Bektaş) Bey’in kardeşi Rahime Hanım’dır. Doğduğu topraklara ancak hayatının son evresinde, 1984’te gelen Rahime Hanım o zorlu yıllarını abisi Hamdi (Bektaş) Bey’e aktarmıştır. Filmlere konu olabilecek bir hayat geçiren Rahime Hanım, 1916 Haziran ayında abisiyle birlikte babasının kendisini terk etmesini şöyle anlatmıştır:

“… Annemin bana sarılırken utancından başını öteye çevirerek akıttığı gözyaşlarını hiç unutmadım… Annem bizlerin kalması için babama çok yalvarmıştı… "Etme gitme, bu çocuklar sefil olur. Bunlar bir daha geri dönmez. Dönemezler... Ben onları yanıma alır giderim. Ne olur izin ver" demesine aldırmayan babam gözyaşları içinde "Nasıl nereye götürürüz. 10 nüfusu nerede karınlarını doyururuz. Neden anlamıyorsun. Ben ister miyim çocuklarımdan ayrılmayı…" diye gözyaşları içerisinde annemi razı etmeye çalışıyordu. Kardeşim Hayri ile birlikte babam bizi bilmediğimiz bir yere götürüp orada bulunan amcalara teslim etti.

Babam ağlayarak bize; "Siz bir müddet burada kalacaksınız, ben sizi gelip alacağım" diye söylemesine rağmen biz kanmadık… Babamızdan ayrılmak istemedik. Biz hıçkıra ağlıyorduk… Ağabeyim Hayri iki kez adamların elinden kaçtı… Fakat yakalayıp yine yanımıza getirdiler. Ağabeyim ağlayarak;

“–Baba bizi bırakma… biz senden yemek ekmek istemeyiz, ne olur bizi bırakma” dememize rağmen babam ağlayarak elimizi bırakıp bizleri öpüp oradan ayrıldı. Bir daha ne babam bizi nede biz babamı bulabildik veya görebildik.”

Bu acıklı ayrılıştan sonra Rahime Hanım, abisiyle yolda yeni katılan çocuklarla birlikte Erzincan Yetimhanesine gidişlerini şöyle anlatmıştır:

Torul’dan Gümüşhane’ye atlara asılan sepetlerin içinde yanımızda olan tanımadığımız çocuklarla birlikte  geldik… Orada bizi ağabeyimden ayırıp tamamen kızların olduğu yere getirdiler. Ben ağabeyimden ayrılmamak için avazım çıktığı kadar bağırıp ağabeyimi istedim. Beni susturamayan insanlar biraz sonra ağabeyimi yanıma getirdiler. Ağabeyim Hayri benim boynuma sarılarak:

Ağlama bak bende yanındayım şu gördüğün barakada oturuyoruz orada çok arkadaş var biz erkek olduğumuz için oradayız amma gideceğim yere hep birlikte gideceğiz durduğumuz yerde hep seni gelip bulacağım diyerek” beni teskin etmişti.

Sabahın erken saatlerinde bizi kaldırdılar. Atların üzerindeki sepetlerin içinde yerimizi alarak tekrar yola düştük. Akşam geç saatlerde cılız birkaç ışıkların yandığı küçücük bir yere geldik. Buranın Kelkit olduğunu söylediler. Yorgun olduğumuz için bize gösterilen yerde hemen uyuduk…

Yine sabahın erken saatlerinde yine aynı tarzda sepetin içine iki çocuk binerek yola çıktık. Kelkit-Erzincan arasını ne kadar zamanda gittiğimizi bilmiyorum. Geceleri sepetlerin üzerine atılan bezlerle soğuktan korunmak suretiyle Erzincan’a girmişiz… Erzincan da kalacağımız büyük bir binanın önünde sepetlerden indik. Bizleri birer birer isimlerimizi okuyarak içeri aldılar.

Rahime Hanım, Erzincan yetimhanesinde yaşadığı zorlukları ise şöyle anlatmıştır:

… Erzincan yetimhanesi; açlık, korku, dayak, çile, ağlama, garipleşme gibi duyguların ve olayların olduğu bir yerdi. Ben şanslı olanlardandım. Ağabeyim 13-14 yaşlarında ve görünüş itibariyle uzun boylu, oldukça kuvvetli yapılıydı. Beni kanatlarının altına almayı başarmıştı. Ha, dayak yemiyor muydum? Tabii ki yiyordum. Bize bakan ablalar bize hem kızdıklarında hem de kendi çektikleri acılar nedeniyle bizlere dayak atıyorlardı. Yetimhanede ölen çocukların sayısı oldukça fazla idi… Bu ölümlerde hiç kimsenin ağladığını görmedim… Bizi bakan ablaların birbirlerine konuşurken; “Filan koğuştaki çocuk öldü… Veya filan koğuştaki çocuk ölmek üzere… Durumu iyi değil... Doktor akşama kalmaz ölür…” diye dediklerini duyunca bizlerde de ölüm korkusu hâkim olmuştu.

Rahime Hanım, bu zorlukları yaşarken ailesinin abisiyle kendisini terk etmesinin nedenlerini fazlasıyla düşünmüştü. Annesinin kendilerini bırakmak istememesine rağmen babasının onu ikna ettiğini belirtmişti. Bu nedenle annesine kızgın olmadıklarını, fakat babasına kırgın olduğunu ifade ediyordu. Birkaç yıl geçmesine rağmen söz verdiği halde babasının kendilerini almaya gelmemesinin ıstırabıyla, ailesine ve memleketine kavuşmanın özlemiyle yaşamıştı. Ailesinden ayrılmasına neden olan “Savaş” algısı ise oldukça karışık duygulara gark ediyordu.

…Çok geceler uyumadan önce tek düşündüğüm şuydu: Savaş nedir? Bizler niye ve neden babamızdan, annemizden ailemizden ayrılmak zorunda kalmıştık?  Kim bunu istemişti? Bir savaş varmış da o bizi ayırmış. İstememiş annemizin, babamızın yanında olmamızı. Bu savaş ne zaman bize izin verecek ki bizde ailemize gidelim. Babam gelip bizi alacağını söyledi. Ona çok kereler rüyamda bizi almaya geldiğini görüp sevinmiştim. Ama boşuna beklediğimi uzun yıllar sonra anladığımda belki de babam bu dünyada göç edip gitmişti. Anneme nedense kızamıyordum ama kendisine dargındım. Neden beni babamın ellerine bıraktı? Neden ve niye beni bağrına basıp ben kızımdan ayrılmam demedi? Ben evden ayrılırken neden gelip beni yolcu etmedi ve bana; “Rahime seni bırakmayacağım, alacağım” diyerek bana söz vermedi? Yine anlamadığım niye kardeşlerimi değil de beni ve ağabeyimi gönderdiler de onları yanlarında tuttular? Geride iki tane daha kardeşim vardı. Ama onlar büyüktü. Onlar savaş denen kişiden kaçmayı başarırlar diye yanlarına aldıklarını babam bize söylemişti. Demek ki savaş çok kötü idi. Demek ki savaş çocukları sevmiyormuş.

Ruslar, Erzincan’a doğru yürüyüşe geçince Erzincan Yetimhanesindeki çocuklar Diyarbakır’a taşınmıştı. Rahime Hanım ve abisi için yeniden bir yolculuk başlamıştı. Trenle yapılan yolculukta birçok çocuk dizanteriden hayatlarını kaybetmişti. Rahime Hanım’ı Diyarbakır Yetimhanesinde daha sıkıntılı yıllar beklemekteydi...

“Diyarbakır’daki hayatımız monoton olmaya başladı. Okula gidiyordum. Okuma yazma öğreniyorduk… Ama Diyarbakır’da kaldığımız günlerde üzerimizdeki bakıcılar, öğretmenler dayatması zorbalığı, arada sırada tecavüzler, sarkıntılıklar hiç durmadan devam etti. Kendisini kurtaran kızlar belki de parmakla gösterilmeliydi… Bana bile tecavüz etmek isteyenler, gelişen büyüyen ağabeyim sayesinde geri adım atmak zorunda kaldılar. Ağabeyim Hayri hemen yanımızda bulunan büyük bir binada erkeklerin koğuşunda kalıyordu…”

Rahime Hanımın belirttiğine göre Diyarbakır bölgesindeki yetimhanelerde Gümüşhane, Torul, Kürtün, Kelkit, Şiran ve Bayburt’tan gelen çocuklar yerleştirilmişti. Değişik tarihlerde gelenlerle beraber yaklaşık 2-3 bin aileli ve yetim çocuğun yetimhanelerde bulunuyordu. Yıllar geçmesine ve yetimhanede kalanların bazılarının ailesinin çocuklarını almalarına rağmen kendi anne babasının bir türlü gelmemesi karşısında Rahime Hanım’ın üzüntüleri artmıştı. Kendileri bir girişim yapma gereği duymuşlar ve babalarına ulaşacağı umuduyla bir mektup yazmışlardı:

“Babam Mustafa’ya;

aba biz Diyarbakır da yetimhanede duruyoruz. Bizleri gelip alacağınıza söz vermiştiniz, gelin bizi alın biz burada yetimhanedeyiz.”

Mektubu Gümüşhane ilinin Torul ilçesini adres göstererek yetimhane müdürüne vermişlerdi. Fakat yıllar geçse de bir cevap gelmemişti. O sırada Rahime hemşire, abisi ise öğretmen olmuştu. Rahime, istememesine rağmen Diyarbakır’ın önemli ailelerinden biri tarafından kaçırılarak evlendirilmişti. Tam bir hapis hayatı yaşayan Rahime Hanım, 1938’de 28 yaşına gelmişti. Abisiyle birlikte kaçma planları ve hazırlıklar yapmışlardı. Fakat abisi karahumma hastalığına yakalanır ve hayatını kaybeder.

Diyarbakır’da artık yalnız kalan Rahime, abisinin öğretmen arkadaşları vasıtasıyla Diyarbakır’dan kaçmayı başarır. Kendisini bulmasınlar diye Gümüşhane’ye değil Haziran 1940’ta Ankara’ya gider. Ankara’da Sağlık Bakanlığına başvurarak hayat hikâyesini anlatır. Hemşire olarak görev ister. Kendisine Balıkesir’de vazife verilir. Rahime Hanım bundan sonraki hayatını Ayşe adıyla Balıkesir’de geçirir. 37 yaşında iken bir doktorla evlenir ve 3 çocuk sahibi olur. Bu süre zarfında Torul’da bulunan akrabalarından Bedri (Şahinöz) Bey tarafından izi sürülerek Balıkesir’de emekli olduğu dönemde bulunur. Bedri Bey’in çağrısı üzerine 6, 7 yaşında ayrılmak zorunda kaldığı Torul’a 81 sene sonra gelir. Geldiğinde annesi ve babası ölmüş olduğunu öğrenir. Tesellisi ise ailesinden geriye kalan abisi Hamdi Bektaş olur.

Kaynak: Güngör Üçüncüoğlu

Kaynak: Uğur Üçüncü

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar